BÖLÜM 3
UZAYIN SONSUZLUĞU KADAR
Sevgili Okurum,
Gelecekteki Geçmiş'i okuduğunu ve bütün kurguya hakim olduğunu varsayıyorum. Bildiğin üzere Saara, 2031 yılında ismini Venla olarak değiştirdi. Bu öyküyü okuyacağın nihai an geldiğinde isim detayını aklına getirmeni rica ederim. Gerçek şu ki Saara ya da namıdiğer Venla, nasıl oldu da böylesi öngörülemez bir noktaya sürüklendi gibi soruların detaylı ve hatta maceralı açıklamalarını -arada kalan yıllarda yaşanmış olayların hepsini- zaten Gelecekteki Geçmiş'in devam romanlarında anlatacağım. Nitekim buradaki öyküler, kurgusal evrenin uzak geleceğine dair önemli dönüm noktalarına işaret paralel olayları anlatmaktadır.
Neo-fütüristik bir gökdelenin şehir manzaralı terasında yer alan dairesinin geniş salonunda, yeşil bir koltukta oturarak geceyi seyrediyordu yaşlı kadın. 2074 yılıyla yemyeşil ağaçların, yanıp sönen neonların ve yapay zekâlı solar panellerin sardığı ütopik şehrini seyre dalmışken, yorgun argın ve dargındı. Üzerindeki pijama kadar bembeyaz olan saçlarının upuzun örgüsüne elini attığı anda, yetmiş beş yıllık hayatının acıyan anılarıyla yüzünü ekşitti ve ela gözlerini semaya dikerek parlak yıldızlara bakakaldı. “Ütopya hayalin gerçek oldu; devrim oldu, evrim oldu, ama sen yoksun ve bunu göremiyorsun,” diyerek mırıldandı, yitip gitmiş sevdiğine seslenerek. “Yarın senin doğum günün; yıl dönümü sana kavuştuğum günün; bence, her şeyi bitirmek için en güzel gün,” diye ekledi, âdeta vedalaşır gibi. Nitekim o çağda insanları gençleştirip tedavi eden nanoteknolojik tıbbın var olmasına rağmen, çökmek üzere olan karaciğerini bahane edip hayatına son verecekti; sabaha, kendi ötanazi işlemi için kendi ayağıyla Ömre Veda Kliniği’ne gidecekti. Ötanazi bir haktı; ruhen ve bedenen yorulup artık yaşamak istemeyenler için tabii ki.
Aynı dakikalarda, gezegenleri ve uzaydaki hareketleri gözleyen kulede, rutin gidişatın aksine tuhaf bir değişken ortaya çıktı. Gerçekte elli yaşlarında olup ömrünü uzattığından yirmilerinde gösteren uzay mühendisi Leevi, son otuz altı yıldır kafayı takıp gözlemlediği aynı galaksi koordinatlarında tuhaf bir oluşum yakalamıştı; orada aniden belireni görmesiyle birlikte gözlerini belertip, “Kuzgun Tanrı’nın gözleri aşkına!” diye haykırarak koltuğunda kaykıldı ve direkt kulağına dokunarak kardeşlerinden birini aradı. “Sen ve diğerleri, derhal annemi durdurun, ötanazi kliniğine gitmesine engel olun, zira çok mühim bir havadisim var ona!” der demez yerinden fırladı.
Kuleden hışımla çıkan Leevi, bütün kardeşlerini annesinin dairesine topladığında şafak sökmek üzereydi. Yirmi üç evladını birden salonunda gören yaşlı kadın, beni vazgeçiremezsiniz der gibi yüzlerine bakıp bastonuna sarılarak oturuyordu koltuğunda. Kaldı ki, yirmi üç evladının yirmi biri evlatlık olup ikisi özbeöz olduğundan dolayı, her renkten ve kökenden yetişkin vardı karşısında, keza ifadelerindeki ortak heyecanla dikiliyorlardı etrafında.
En öndeki Leevi, “Anne,” diyerek konuşmaya girdiğinde, lafını bıçak gibi kesti yaşlı kadın. “Hiç uğraşma, kararımdan vazgeçiremezsin beni!”
Lütfen der gibi ellerini kaldırdı Leevi, derin bir nefes alıp verdikten sonra, “Onu fırlattığınız solucan deliği var ya, hani otuz altı yıl önce dünyadan sürgün edildiğinde mekiğinin geçişiyle yok olan şu solucan deliği!”
Ela gözlerini fal taşı gibi açarak başını yana yatırdı yaşlı kadın. Sol elini göğsünün üstüne koyduğu anda sabırsızca, “Evet!” dedi, devamını bekleyerek.
“Uzaydaki aynı koordinatlarda tekrar belirdi anne!” dedi Leevi nefessizce. “Bir saat önce hem de. Muhtemelen birkaç ay öncesiydi ve görüntüleri bize anca ulaştı; ama neticede döndü işte! 2042’deki evrim devriminden önce bir savaşçıydın, keza 2039’da sürgüne giden öteki annemiz de. Oysa insanların ve dünyanın iyiliği için savaşmaktan aşkınızı yaşayamadınız bile. Gel gör ki her şey değişti, evrenin uzak ucunda bunu başaracak olsanız da, ikinizin yeniden kavuşmasını istiyoruz, çünkü oradaki geçit tekrar açıldığına göre; onun, hâlâ seni sevdiğine ve beklediğine dair en net işaret bu.”
Yaşlı kadın bunu duyar duymaz önce bir donakaldı, zira hayatının son gününde hayatına devam etmesini sağlayıp ötanazi kararından vazgeçirecek kadar büyük bir işaretti bu. Yıllar yılı sevdiğinden ayrıyken çektiği pişmanlık ve özlem öylesine büyüktü ki, yüreğini göğsüne sığdıramayınca bastonunu yere atıp ayağa kalktığında 190’lık endamıyla yükseldi. “Şu gençleşme kapsülleri,” dedi zar zor nefes alarak, “her neredeyse, hemen beni oraya götürün! Çünkü bir an önce otuz iki yaşında olmam gerekiyor; onunla tanıştığım yaşta!”
Böylece, hiç vakit kaybetmeden sabah erkenden Uzun Ömür Kliniği’nde aldılar soluğu. Tam istediği gibi kırk dört yıl gençleşmek demek, bir hafta süresince kapsülde yatıp uyutulmak demekti. Öyle olunca kapsülde uyurken zaman akıp gitmişti âdeta; ne var ki oradan çıkar çıkmaz ayna karşısına geçip kendine baktığında, tamı tamına otuz iki yaşında görünüyordu kaybettiği zamanı geri almışçasına. Ne saçları beyazdı artık ne de yüzünde tek bir kırışık. Yine o dimdik, tuttu mu deviren, kimselerin kolayca bilek büktüremeyeceği kadar atletik ve yürekleri yakarcasına hayran bırakan ateş kızılına dönüşmüştü bir haftada. Deri görünümlü siyah kıyafetlerini kuşanıp kendini inceden süzerek, “İşte şimdi geri döndü Asa!” diye mırıldandıktan hemen sonra, aynadaki yansımadan arkasında bekleyen çocuklarına bakarak aklından geçeni direkt söyledi. “Sıra geldi ikinci aşamaya,” dedi kendinden emin ve genç sesiyle. “Bana, bir solucan deliğinden geçecek kadar sağlam bir mekik lazım ve sanırım, bunu nerede bulacağımı biliyorum.”
Derken, hep birlikte eski bir dostun kapısını çaldılar klinikten çıktıktan sonra. Yıllar önce kelle avcısı olup evrim sonrasında pilotluk yapan ve uzay mühendisi olduğundan uzay teknolojileri üzerine büyük bir şirket kuran Babak, villa kapısında tanıdık yüzleri görür görmez koşmuştu karşılamak için; öyle coşkuluydu ki, daha uzaktayken sohbete başlamıştı. “Asa, sen ha!” diyerek özlemle selamladı evin merdivenlerinden inerken. “Nerede kaldı eski loncacılar, herkes bir yere dağıldı! Mila bile sırra kadem basıp ortadan kayboldu. Sakari, androidler vakfını kurup her şeyin sahibi oldu. Tabor, hayvan çiftliği kurup huzurlu bir hayata soyundu. Her neyse... Ama eski günlerdeki gibi gördüm seni; gençleşme teknolojisinden sen de nasibini almışsın, hatta yine o -herkesin iç geçirdiği- kızıl olmuşsun,” diye ekleyip kıkırdadı bir süre. Sonra öndeki Asa’yı ve arkasındakileri süzünce birdenbire ciddileşerek, “Onca yılın ardından o müthiş sesinle şarkı söylemeye gelmediysen, dün gibi hatırladığım çiftlik evleri baskınındaki meşhur yetimlerle birlikte, hangi rüzgâr attı seni buraya? Sıkıntılı bir durum mu var yoksa?” diye sordu endişeyle.
“Evet, bir durum var,” diye cevapladı Asa, kollarını göğsünde kavuşturduğu çekingen bir edayla. “Sevdiğim hatuna ulaşabilmem için, mekiklerinden birine acilen ihtiyacım var.”
Babak’ın başı öne düşmüş, gözlerine ise geçmişteki son savaşın kederi çökmüştü. “Ama Asa, sevdiğin hatun 2038’deki savaşta şehit olup öldü. Ölümden sonra vaadedilen yaşamı uzayda aramaya niyetlisin galiba? Son arzun, pahalı bir tabut mu yoksa?” dedi üzüntüsünü gizleyen bir alaycılıkla.
Asa’nın çekik gözlü çocuklarından biri, tam arkasından seslenerek Asa’nın yerine cevap verdi. “Hayır Babak, Ven ölmedi ki zaten kimse onu öldürecek güçte değildi; sadece öldü gösterilip başka bir gezegene sürgün yedi ve bu sırrı bilen, küçük bir azınlık,” dediği anda Babak’ın ifadesi, kandırıldığını yıllar sonra anlayan bir kelle avcısına dönüşüverdi. “Eve geçelim, her şeyi anlatın bana,” dedi içeri buyur ederek.
Heykellerle dolu misafir odasına geçtikleri gibi hikâyeyi dinleyen Babak, volta atarken art arda sitem etti ellerini iki yana açarak. “Bakın burada Ven’den söz ediyoruz, Ven’den! Yani herhangi birinden değil; kuir bir fikirden, feminist bir simgeden; eşitlik direnişinin lideri olup zihniyle dünyayı yerinden oynatan ve hepimizin peşinden gittiği üstün beyinli kadından! Kumandan Venla Niskala'dan! Nasıl olur da onu, uzayın derinliklerinde ne idiği belirsiz bir gezegene gönderirsiniz, aklım almıyor hâlâ! Peki ama onca yıldır neden harekete geçmediniz, ha? 2038 savaşının suçlusu olarak 2039’da sürgün edildi tamam anladım da, 2042’deki devrimden sonra diktatörlük sistemi yıkılıp büyük tehlike geçtiğine, insanlık evrimleştiğine göre ve üstelik onun hayal ettiği eşitlik nihayet geldiğine göre, pekâlâ onu geri getirebilirdiniz, değil mi?” dedi ve “Şimdi oturup ağlayacağım,” diyerek homurdandı.
“Yüz yaşındaki kafan mı almıyor yahu!” diyerek gözlerini devirdi Leevi. “Solucan deliği yok olmuştu, iki kere anlattım ya!”
Kanepede kımıltısızca oturan Asa devamını getirdi, anlattıkça dolan gözleri ve derinden çatallaşan sesiyle. “Ven, sürgüne gönüllü gitti. Evlat edindiğimiz yetimlerden ikisi, savaşta benim gözlerim önünde öldürülünce ve ülke parçalanıp çok fazla kan dökülünce dünyaya anca yıkım getirdiğini söyledi. Üstelik..." deyince dilinin ucuna gelen en büyük sırrı yutuverdi ve konuyu değiştirdi. "2038 savaşının kaybedilmesiyle hepimizin canının bağışlanması adına fedakârlık yaparak gitmekte buldu çareyi. Her ne yaptıysa hepsi, bizim ve dünyanın kurtuluşu içindi. Ayrıca başka bir galaksideki, halkına yardım edebileceği dünya benzeri bir gezegenin -hani şu Rigmor'un geldiği gezegenin- koordinatlarını verdi. O zamanki şartlar düşünüldüğünde halen yaşıyor olmamızı onun gidişine borçlu olsak da, kendisini ta oraya göndermemiz için bizi zorladı ki bu çok uzun bir hikâye, anlatacak vaktim yok!” dediğinde ayağa kalktı ve muhabbete son noktayı koymak üzere gururla kaldırdı başını. “Şimdi lütfen, otuz altı yıldır ona kavuşmayı tüm hücreleriyle isteyen bu kadına, uzayın derinliklerine gidebilecek bir mekik verebilir misin? Çünkü öleceksem bile, en azından bu ölüm onu bulmak için katettiğim son bir yolculukta olsun, bu benim son isteğim!“
“Öyleyse şu koordinatları ver de hesaplama yapayım hemen,” dedi Babak, yardıma dünden razı ifadesiyle. “İstediğin gibi bir mekik, hatta yapay zekâlısı, arkadaki hangarımda mevcut. Bir süre misafirim ol, seni öyle paldır küldür uzaya fırlatamam, uyulması gereken bir dizi prosedür var,” diye ekledi kesin bir dille.
Babak’ın hangarında Asa’yı bekleyen mekik, üstüne bastırılıp uçlarından çekiştirilmiş üçgen bir prizmayı andırıyordu ve gövdesi komple krom kaplama olduğundan, ışığı kırıp yansıtarak parlıyor, göz kamaştırıyordu. Gerek Asa’nın eğitimi gerekse mekiğin kontrollerinin sağlanması günler sürmüştü ve artık, bilinmeyene doğru fırlatılmaya hazırdı. Hatta Asa, adını Alfheim koyduğu mekiğin tek yetkilisi olarak bilgisayara kendini tanıtmış, sistemi kavramıştı. Ki zaten pilota ihtiyaç yoktu ve yolculuğun ilk kısmı rahattı; dünya yörüngesine çıkar çıkmaz, solucan deliğine ulaşana kadarki zamanı –dünya zamanıyla üç yılı- uyku kapsülünde geçireceğinden hiçbir şey anlamayacaktı. Kendisine anlatılanları harfiyen uyguladığı sürece sorun çıkartmayacak yapay zekâlı bir mekik olduğundan koordinatlar doğrultusunda otomatik pilotta ilerleyip varmak istediği gezegene iniş yapacaktı.
İçi bütünüyle bej renkli mekiğine binip rahat koltuğa yerleştiğinde, vedalaşmak isteyen çocuklarla birlikte Babak bitti dibinde. Asa’nın gözlerine bakarken, “Peki ya hayatta değilse?” diye sordu ürkekçe.
“Hayatta olduğuna eminim; çünkü hissediyorum,” diye cevapladı Asa inanç dolu bir bakışla. “Onun bir posthüman ya da doğru tabirle transhüman olduğunu sen de biliyorsun; ne kadar güçlü olduğunu da. Yaşayıp yaşamadığını sorgulamayı geç, kendi bünyesini ve hücrelerini kontrol edebildiğini bildiğim için halen otuz dokuz yaşında göründüğüne bile eminim. 2032'yi hatırla; beynimin içinde ne olduğunu hatırla; ne ile hayatta kaldığımı? Belki de Rigmor'un bana verdiği ikinci şans bu; günü geldiğinde onunla o gezegende olabilmem için. Benim sevgilim tesadüflere inanmazdı, Babak!”
Eski günleri hatırlayıp Asa'nın omzunu bir baba gibi sıkıp, “Ey aşk, nelere kadirsin sen böyle!” dedi Babak gözleri dolarak. “Ona kavuşman dileğiyle,” dedikten sonra, sarılıp sırayla vedalaşan çocuklarla birlikte mekikten indiği gibi kontrol odasına geçti ve geceleyin gerçekleşen geri sayımlı fırlatmayı izledi.
Hangarın yüksek çatısı dönerek açıldığında mekik gökyüzüne dikey vaziyette hızla fırlayıp bulutları aşarak dış yörüngeye çıktığı ve çıkar çıkmaz havada asılı kaldığı andaki muazzam sessizlikte, “Vay canına!” diyerek Dünya’ya ilk defa dışından bakmıştı Asa. Aslında bu, hem ilk hem de son bakışıydı ki şaşkınlığı olağandı, ne de olsa uzaydan seyre daldığı evrimleşmiş ideal gezegen Dünya, devasa ormanlar ile tertemiz okyanuslardan oluştuğu için, hipnoz edecek kadar yeşilin ve mavinin tonlarındaydı.
Mekik burnunu düzleştirip rota oluşturduğunda yolculuk kitaba uygun şekilde başlamış oldu. Nitekim yapay zekânın düşünüp hesaplayan yüksek IQ’lü beyni, holografik bir yönergeyle Asa’ya uyku kapsülüne geçmesini söyledi. Koltuğundan kalkıp salona geçtiğinde ve oradaki kriyonejik kapsülün içine boylu boyunca uzanarak yerleştiğinde, camdan bir kapı kayarcasına üstüne kapanıverdi. Tam da klostrofobik bir hisle kasılmıştı ki, kapsülün içinde hafifçe çalan müziği duymasıyla birlikte yüzüne yerleşen gülümsemeyle huzur yayıldı bedenine; nitekim sevdiği şarkıların uykusuna eşlik edeceğini anlayınca, “Teşekkürler, Alfheim! Bize iyi bak ve ne olur rotadan şaşma!” diyerek mekiğine seslenir seslenmez, yolculuğun en uzun ve en karanlık kısmını geçireceği derin uykuya dalıp gitmesi çok sürmedi.
Asa, dünya zamanıyla üç yılın ardından Alfheim tarafından uyandırılıp gözlerini açtığında, yanıp sönen neonlara benzeyen mosmor ışıklar mekiğin tavanında dalgalanıyordu. Kasılmış bacaklarıyla kapsülden kendini attığında, aksayarak da olsa can havliyle ana kontrol odasına koştu. Mekiğin burnunda gördüğü manzara, dillere destan eşsizlikte bir nebulanın tam ortasında asılı durup mor ışıklar yayan bir solucan deliğiydi ve gelişigüzel bir üçgeni andırıyordu. Anladığı kadarıyla içine dalacağı geçit buydu.
“Sakın korkmayasın,” diyerek kendi kendine sayıklarken, kendini bir anda pilot koltuğunda bulmuştu. Kemerlerini bağlayıp kaskını taktı ve “Alfheim, tam istikamet Tanrıların Kapısı’na; ama düşük hızda!” diyerek mekiğini harekete geçirdi.
Böylece mekik yavaşça süzülerek solucan deliğine yaklaştı. Oysa ötesine geçtiği anda ışıklar kırılıp renkler birbirine girdi; uzay-zaman portalına daldığından olsa gerek, yansımalar parçalanırken girdap yaratan ivmeli bir vakumla akılalmaz bir sürüklenmeye çekilmişti. Mekik yalpalanıyordu. Koltuğundaki Asa ise öyle yüksek bir hız basıncına maruzdu ki, burnundan ve kulaklarından kan gelirken acıyla bağırıyordu. Bu fizik kuvveti işkencesi bir müddet sürdü; oysa tam bayılmak üzereyken solucan deliği geçidinin, mekiğini öteki tarafa fırlattığını ve başardığını anlaması neyse ki çabuk oldu. Hatta bu esnada, geçidin kusarak dışarı fırlattığı mekik kendini askıya aldığında ve uzay boşluğunun geniş koynuna kendini yavaş yavaş bıraktığında ani ama son derece güçlü bir sessizlik oluşmuştu. O an baygın gözlerini ufka diktiğinde, tam karşısında üç tane Ay ve arasında Dünya’nın yarısı kadar, yarı mor yarı buz mavisi renkte bir gezegen buldu. Belerterek baktığı gözlerine bile inanamıyordu ama uzaktaki güneşiyle uçsuz bucaksız ve bambaşka bir galakside bulmuştu kendini; hiç şüphesi yoktu, koordinatlar doğru yere getirmişti onu. Ayan beyan, Rigmor uygarlığı Unelma gezegenine bakıyordu.
Tansiyonu düşüyordu ama yine de kalbindeki güce tutundu. “Pekâlâ Alfheim,” diyerek mekiğine seslenebildi titreyen sesiyle, “buraya kadar başardık; hadi, şimdi indir bizi şu gezegene!”
Alfheim, hasar alan beynini toparlayınca gezegenin çekimine doğru süratle ilerleyip yörüngesinden atmosfere dalıverdi. Hâlbuki bundan sonrası çok hızlı olup bitti, çünkü mekik atmosferden geçerken irtifa kaybedince sertçe iniş yaptığı mecburi yer, yaban bir arazideki mor bir tarla olmuştu. İnişteki sarsıntıyla başını çarpıp bilincini yitiren Asa ise, neler olduğunu anlamamıştı bile.
Biyomekanik bir çiftçi robot, onu taşıyıp uçan bir araca bindirdiğinde de, bunu göremeyecek kadar baygındı. Gelgelelim, aldığı darbeler sebebiyle günler sonra uyanabilmişti; etrafında uçan ve bir elma kadar minik olan gözcü robotun sesiyle irkilince açmıştı gözlerini. Fevkalade bir buzulun manzarasına bakan neo-fütüristik bir dairede, rahat bir yatakta yatarken ayakucunda bir kediyle uyandığında -hem de bu kedi basbayağı Huginn olunca- ilkten rüya gördüğünü sandı, ama bakışlarını yana kaydırınca yanı başında oturanı görmesiyle çığlık atmamak için iki eliyle ağzını kapatmak zorunda kaldı.
En nihayetinde, ikisinin efsanesinde yazıldığı şekilde -gerçek adı Saara olan- Ven yanındaydı; tıpkı eskiden göründüğü gibi, Dünya'dan nasıl gittiyse aynı görüntüsüyle; simsiyah saçları, boyu ve posuyla tamı tamına otuz dokuz yaşında... Dahası, aşkla parlayan masmavi gözlerini ela gözlerine dikmişti, ayrı kaldıkları yılların acısını çıkarırcasına.
“Merhaba bebeğim, işaretimi almışsın,” dedi Ven iç çekerek. “Yine de kimsenin, benim için onca yolu aşıp geleceğini düşünmezdim.”
“Sana demiştim,” dedi Asa, kavuşmaları uğruna akıttığı gözyaşlarıyla. “Veda ederken sana demiştim; seni uzayın sonsuzluğu kadar sevdiğimi söylemiştim ki, kendimi aşıp geldim. Tıpkı bizim için yazdığın efsane gibi.”
UZAYIN SONSUZLUĞU KADAR, Şeyda AYDIN, 2024
Bu öykü, ROKET 4 Bilim Kurgu Öykü Seçkisi ile 27 Mayıs 2024 tarihinde yayımlanmıştır. Daha kısa versiyonu basılı olarak kitapçılarda.