top of page
_e497d2b3-42d2-43c3-8a39-5555a0169483.jpg

İzmirCon2024 / Şeyda Aydın / Siberpunk Kültürü Eser Sunuş Metni

Siberpunk kültürün belkemiğini oluşturan unsurlara hiç şüphesiz; kapitalizmi ve faşizmi kullanıp devletleri kıskacına almış siber şirketler, halkı kutuplaştıran yönetimler, insan bedeni ve zihninin sınırlarının aşılmasına dair devrim niteliğinde biyomekanik buluşlar, süper bilgisayarlar, yazılımsal silahlar, insansı robotlar, hackerlar, bireysel savaşlar, sınıfsal ayrımlar ve tabii adalet mücadelesi içinde kendi varoluşunu arayan dışlanmış azınlıkları sayabiliriz. Buna ek olarak neonlar, hologramlar, simülasyonlar, synthwave müzikler, durmaksızın tüketen teknolojinin karanlığına mahkûm olmuş devasa şehirler ve bu şehirlerin içinde yaşarken yalnızlığa hapsolmuş insanlar veyahut irili ufaklı çeteler oluşturup savaşan oluşumlar diye sıralarsak siberpunk kültürün olmazsa olmaz ana hatlarını çizebiliriz. Ki bu hatlar video oyunları, atari solanları, ilk kişisel bilgisayarın eve girişi gibi dönemi kökten etkileyen faktörler sayesinde 80’li yıllarda belirdiği sırada, yapay zekânın sonsuzluğundaki siber-uzay gibi kavramların ortaya çıkışını sağlamış, sıra dışı sanatçıların hayal gücünü derinden etkileyip beslemiştir. Böylece sanatı teknoloji ile buluşturan fütürizm kültürü ve başlı başına bir isyan kültürü olan punk birleşerek kendi –kasvetli ama dik başlı– kültürünü yaratmıştır. O zamandan bu zamana, hem edebiyat-sinema hem de oyun-animasyon dünyasında, bilim-kurgunun ana akımları arasında yer aldığı gibi, spekülatif kurgunun distopya türünde yer almaktadır. Cüretkârdır; görkemli bir karanlığı yansıtır; yanıp sönen neonların, glitch efektleriyle cızırdayan hologramların altındaki –göz kamaştırıcı olduğu kadar– yozlaşmış dünyaların depresif ve kendini sorgulayan veya sorgulatan tarafıdır; neticede teknolojinin içinde mengeneye alınan ve bu yüzden varoluş sancısı çeken insan hikâyeleri anlatır. Siberpunk, şu an içinde yaşadığımız dünya aynı yolda yürüdüğü müddetçe görmek üzere olduğumuz gelecektir.

Peki ya, siberpunk’ı olumlama yapıp ütopyaya çevirirsek nasıl bir dünya canlanırdı zihninizde?

Totaliter rejim, savaşlar, istilacılar, silahlar ve imhacı teknolojiler yerine, çevreci bilim ve teknolojiler ile yükselen, ırk ve cinsiyet ayırt etmeyen eşitlikçi bir ütopya… Derken, seneler önce işte tam da buna cevaben, zihnimde Nordik bir Tokyo görüntüsü belirdi. Dünyanın dokuz kıtadan oluştuğu paralel gerçekliğinde dokuzuncu kıtayı boydan boya kaplayan fütüristik bir kıta ülke ve zihin evrimi geçirmiş evrensel bir uygarlıkla oldu bu. Taşra kesiminde retro-fütürist tarzını korurken, şehir merkezlerinde neo-fütürist olarak inşa edilmişti. Dünyanın kuzeyindeki dokuzuncu kıtayı olduğu gibi kaplayan bu üstün uygarlığın adı Değerli anlamına gelen Netta’ydı ve iklim dostu mimarinin en teknolojik eserleri olan geometrik biçimli, solar panelli, dikey bahçeli şeffaf kristal binalar göğe doğru uzanıyordu; gökyüzündeki raylarda dolaşan metro hattında da bütünü camdan oluşan trenler oradan oraya akıp ulaşımı sağlıyordu. Şehrin caddeleri boyunca renkten renge dönen neonlu ışıklandırmalar kadar pespembe açmış sakuralar, sanatsal heykelleri sarmış çiçekli sarmaşıklar ve botanik parklar göz kamaştırarak hayran bırakıyordu. Dağlar ve denizler boyunca uzanan teknolojik rüzgâr türbinleri de cabası... Böylesi bir uygarlıkta yaşayan dillere destan Nettalılar’a gelince, yaklaşık yarım asır önce bir zihin evrimi geçirmişlerdi ve bu evrimi, dünyanın geri kalanına yaymışlardı. Beyinleri pozitif bir mutasyona maruz kalmıştı. Genetik yapılarında şiddet algıları yoktu; nefret hissini bilmiyorlardı ki zaten ilkel güdülenmelerden arındıklarında çağ atlamışlardı ve böylece varoluşlarının hücre çekirdeği, salt sevgi oluvermişti. Naif dilleri bile ikilik yaratan söylemlerden arınmıştı; “Kadın” veya “Erkek” için, “Bayan” veya “Bay” gibi ibareler kullanmıyorlardı; çünkü hepsi birbirine Sayın veya Sevgili diye hitap ediyordu. Cinsiyet eşitliğine ve hitap şekillerine saygı duydukları kadar, cinsel yönelim ayırt etmeksizin aşkı kutsal sayıyorlardı. Çiftlerin veya bireylerin bebeklerini bile, ebeveyn çiftlerin cinsiyetlerini veya cinsel yönelimlerini ayırt etmeksizin laboratuvar ortamında oluşturabiliyorlardı. Öte yandan robotik teknolojide gelişirken, nanoteknolojik tıpta da ilerlemişlerdi ve üstelik hücresel yenilemenin buluşunu yaparak insanları gençleştirip ömürlerini uzatmayı hedefliyorlardı. Şehirleşirken bile makineleşmeyecek, iklim dengesini altüst etmeyecek seviyede hem yemyeşil hem de teknolojik bir dünya inşa ederek gelişmişlerdi. En önemlisi de ne kavgaları, ne silahları ne de savaşları bilirlerdi.

 

Netta’nın var olduğu evren, siberpunk’ın olumlaması olduğu için, siberpunk’ın pozitif yansıması diye ifade edilen solarpunk akımına dâhildir –ki ilk eserim Diğer Evrenin Senaristi, Netta’da yaşayan protagonistim –senarist yazar– Veera Virtanen’in iki ayrı paralel evrendeki iki ayrı benliğinin yaşadığı kuir bir aşk hikâyesini kurgunun merkezine alıyor. İçe dönük ve ortalama bir kadın olduğu gibi, 80’lere ve bilim-kurguya hayran Nerd bir karakter profili çizen Veera, birinci evrende hayatının aşkıyla tanışıp aşkını yaşamışken, ikinci evrendeki aynı Veera yaptığı seçimler dolayısıyla ne yazık ki bu şansı yakalayamamıştır. Ve günün birinde bütün hayatı, rüyasında gördüğü kadının gerçek olduğunu öğrenmesiyle beraber izini sürmesiyle değişiveriyor. Diğer Evrenin Senaristi, ikinci evrendeki Veera’nın, ruh eşi Eeva’ya ulaşmasıyla sonuçlanmış olsa da, birinci evrendeki Veera için aynı durum dramatik bir ölüm mevzusu sebebiyle söz konusu olmayınca son diye yazdığım sahne bir anda yepyeni bir başlangıca dönüşüyor. Zira –yıllar sonra Veera’nın Seyahatnamesi adıyla hikâye dizisi şeklinde yazdığım– Netta seyahatinden son bölümde eve dönen asıl protagonist, yani birinci Veera için romanın finali trajik bir noktaya varıp havada kalınca kurguyu devam ettirmem gerektiğini düşünerek eseri noktaladığım yerden yazmış hâlde buluyorum kendimi. Ne de olsa onca dolambaçlı olay, sadece ütopyada geçen bir aşk hikâyesinden ibaret olamazdı; üçleme olmalıydı. Nitekim paralel evren teorisi, zamansal paradoks, rüya biliminin yanı sıra, Nors mitolojisinden fantastik öğeler ile desteklenen ilk eserdeki önemli etkenler, serinin finali sayılan üçüncü eserim Parçalanmış Yansımalar’a kadar gizemini korumalıydı. Böylelikle hem solarpunk ütopya hem de siberpunk distopyayı gözler önüne serip karşı karşıya getiren ikinci eserim Diğer Evrendeki Kadın çıktı ortaya. (Hatta 2024 Şubatında Diğer Evrendeki Kadın; Venüs Kapısı adıyla sınırlı baskısı yayımlanmıştır ve detaylandırılmış özel versiyondur.)

 

Diğer Evrendeki Kadın’da birbiriyle bağlantılı olaylar protagonist için öyle bir noktaya geliyor ki, bilim insanı dostları evrenler arası geçit oluşturan bir makine icat edince rota çiziliveriyor. Ama bir tehlike var, çünkü makine tek bir paralel evren gerçekliğine kapı açıyor; Netta evreninin negatif yansıması olan siberpunk bir distopyaya... Nihayetinde ise, bilim insanı dostlarından yardım alan solarpunk ütopyalı Veera, şiddetin ve totaliter rejimin hüküm sürdüğü tehlikeli bir siberpunk distopyada buluyor kendini. Sonrasında adına Venüs Kapısı diyeceği üçgen bir kuantum kapısından geçerek başlıyor bu yolculuğu. Gerçek şu ki, kendi evreninde kaybettiği Eeva’yı -doğru tabirle Eeva’nın diğer evrendeki yansımasını- karşıt evrende arayıp bulması gerekiyor. Kurgunun siberpunk kültürle buluşması da işte bu aşamada oluyor. Keza Veera da ilk defa, güya aynı dünyayı kasvet içindeyken görüyor; bir yandan Netta ülkesinin aynı koordinatlarında bulunan, diğer yandan negatif yansıması olan ve Antero diye anılan bir ülkenin varlığına şahit oluyor. İç içe olsa da karşıt olan kötücül evrene adım atar atmaz karşısına çıkanlara bakakalıyor hayretler içinde; savaştan yeni çıkmış gibi görünen yıkık dökük binalara, delik deşik çadırlara, paslı konteynırlara ve onlarda yaşamak zorunda olan insanlara... Daha derinlere ilerledikçe deniz kıyısında oynaşan sanal reklamlar ve sıra sıra yükselen gökdelenlerin yoksul bölgeleri karanlığa gömdüğünü gördüğünde zihninin ona oyunlar oynadığını düşünecek kadar ütopyalı olduğu için şaşırıyor. Halkı kutuplaştırıp çatışmalara sürükleyen faşist propagandaların gölgesi altındaki çok nüfuslu evrenin merkezinde binaların gri ve siyah renkte olması, havanın aşırı kirli olup yeşilliğin ve tek bir ağacın dahi olmaması, tüyler ürpertici geliyor ne de olsa. İçinde adeta teknolojik bir kıyamet bombası patlamış, makineleşerek doğayı katletmiş bir simülasyonun karmaşasına ışınlanmış gibi hissederken korkmadan edemiyor. Neyse ki bu pasifist protagonist burada yalnız değil; varır varmaz tanıştığı ve kendisine eşlik eden yan karakterler; işin özü dışlanmış olup altkültürü temsil eden, kendi dünyaları için hak arayışıyla var olma mücadelesi veren iki birey her adımında yanında. Her türden istismara uğramış genç bir eşcinsel hacker ile gece kulübü sahibi orta yaşlı bir travesti gangster... Ve böylece Veera’nın, cızırdayan neonlarla aydınlanırken demokrasinin yerinde yeller esen siberpunk evrendeki macerası da başlamış oluyor. Bir tarafta sibernetik şirket tarikatları günbegün güçlenedursun, diğer tarafta muhalif azınlıklar direnedursun, evrim geçirmiş bir Nettalı, bir öte-insan olmasına rağmen, Anterolu Eeva’ya ulaşma pahasına geldiği ortama uymak zorunda kalıyor; yeri geldiğinde eline yasaklı bir kitap alıyor, ayrımcılığa hayret ederken insanlığı sorguluyor; yeri geldiğindeyse eline ateşli bir silah alıyor, bir terör saldırısının ortasına dalıyor. En nihayetinde Eeva’ya ulaşmış olmasına karşın, işler umduğu gibi gitmeyince iç seslerini dinleyerek siberpunk evren Antero’nun ve tabii kendisi ile Eeva’nın kaderini etkileyecek bir karar veriyor. Hâlbuki dönüm noktası niteliğindeki bu beklenmedik kararı ve bilim insanı arkadaşı Bekka’nın yaptığı fedakârlık sayesinde, kötülüğünü yadırgadığı dünyanın mevcut gidişatına yön verdiğinin farkına bile varmıyor. Ta ki, sonraki roman Parçalanmış Yansımalar’ın sonunda her şeyi idrak edene kadar.

 

Bütün sorulara cevap veren üçlemenin final romanı Parçalanmış Yansımalar’a geçersek, Diğer Evrendeki Kadın’dan yıllar sonrasına sıçrama yaparak daha kasvetli bir gelecek tezahürü taşıdığını söylemek yerinde olur. Büyük bir savaşla parçalara ayrılmış siberpunk ülke, daha baskıcı bir rejimle yönetilirken üç bölgeye ayrılmış ve yapay zekâlı robot dronlar, halkı anbean gözetliyor. 2042’de yirmili yaşların ortasındaki protagonist Astrid ile beraber, oradaki başkentte başlıyor hikâye. Hem bir motosiklet tamircisi hem de ülkenin tek kadın motosiklet yarışçısı olan Astrid, punk kültürünü dış görünüşü ile de tam olarak yansıtan kuir bir karakter profili sunuyor; asi tarzı ve yasaklara isyan eden düşünceleriyle birlikte şehrin fakir bölgesindeki çok katlı bir binanın stüdyo tipi dairesinde hayat sürerek var olmaya çalışıyor. Kaldı ki hafızasını dört yıl önce kaybettiğinden geçmişte kim olduğunu bilmeyip gerçek ailesini hatırlamayan özünde yapayalnız bir kadın olarak ortaya çıkıveriyor. Yine de, tam manasıyla yalnız olduğunu söylemek doğru olmaz, çünkü muhitindeki dostları yan karakterler olarak ona eşlik ederken kurguya hizmet ediyor. Bitişik dairesinde yaşayan komşusunun dokuz yaşındaki oğlu Filip’in bir anda ortadan kaybolmasıyla beraber varoluş amacına sürüklendiğini bilmeden arayışa girerken, yeni tanışıp âşık olacağı idealist kadın dedektifin yardımıyla hem kaybolan Filip’i hem de kendi geçmişini bulmaya çalışıyor. Ne yazık ki her istediğinde üçüncü bölge halkını tüm insani ihtiyaçlardan mahrum bırakan bir diktatörün tekelindeki ülkenin polis gücü, üçüncü bölge vatandaşı Filip’in dehşet verici vakasını çözmeye yetmiyor. En sonunda çaresiz kalan Astrid ile –başından beri sıra dışı ve çok katmanlı bir anti-protagonist olarak kurguladığım ki sonraki eserlerim Kadınların Öldüğü Yer ve Gelecekteki Geçmiş’in ana karakteri olan– Mila’nın kaderi dolaylı yoldan da olsa buluşuyor; Mila’dan ve onun partneri Tabor’un organize ettiği Niskala Loncası adındaki kelle avcısı grubundan yardım alıyor. Tüm bunlar olup biterken asıl benliğini bulmasıyla olaylar öyle şaşırtıcı bir noktaya varıyor ki, karşılaştığı transhüman tanrı rehberliğinde varoluş amacını da bulmuş oluyor ve insanlığı değiştiren ilahi bir devrimin manifestocu posthümanına dönüşüyor. Üstelik bu devrimi, hackerlar ve kelle avcısı punkların desteğiyle başarıyor. Hem de, siberpunk kültüre yaraşır biçimde medyayı, hologramları ve internet ağını bir nevi silah minvalinde kullanarak... Nitekim onca zaman propagandalarla titreyen tüm hologramlar ve ekranlar, yeni bir başlangıcı yaratmak için pekâlâ bir araç olarak kullanılıyor ki başarılı oluyor. Neticede Parçalanmış Yansımalar romanı, siberpunk kültürü temsil eden posthüman ana karakterli bir fantastik bilim kurgu eseri olduğu kadar, seri boyunca Eeva ile Veera ve Kuzgun Muninn gibi tanrısal yan karakterler hakkında merak edilen sırların ortaya döküldüğü roman oluveriyor.

 

Üçleme biter bitmez yeni bir seriye başlasam da yeni bir evren yaratmak yerine daha önce kurguladığım aynı siberpunk evrenin yakın geçmişi üzerinden yazmaya devam ettim, çünkü hem mevcut evreni genişletmek hem de karakterleri zenginleştirmek amacıyla anti-protagonistim Mila’nın Elisa adıyla bilindiği çocukluk yıllarına dönerek fantastik olduğu kadar sert gerçekçi bir hikâyeye yöneldim. Kadınların Öldüğü Yer romanı, her ne kadar bozkır bir coğrafya kasabasında geçen bir hikâye gibi görünse de, temelinde siberpunk evrendeki Antero ülkesinin sınırları dâhilinde geçmektedir ve bu, olay örgüsündeki kahramanın yolculuğu gereği roman sonuna kadar gizemini korumaktadır. Hâlihazırda Antero’nun yasakçı tarikat liderleriyle yönetildiği tuhaf zamanlarına, 2021 yılına dönmüşken, basılı kitapları yasaklanmış ünlü ve zengin bir kuir kadın yazarın, esrarengiz bir yangından kurtarılsa da bütünüyle yanarak tanınmaz hale gelmiş bir kız çocuğunu evlat edinmesiyle başlıyor olaylar. Keza yüzüne bakılmayacak kadar deforme durumdaki kızı, evlat edindiği aynı gün devlet tekelindeki bir araştırma tesisine götürüp nanoteknolojik bir hücre yenileme kapsülünde tedavi ettirerek yeni bir fiziksel görünüme kavuşmasını sağlıyor. Tedavi sonrası da arazilerinin tümünün sahibi olduğu kasabadaki malikânesine getiriyor ve Elisa ile annesi Saara’nın yeni hayatı burada başlamış oluyor. Geçip giden yılların ardından her yönden güçlü bir genç kadına dönüşen Elisa, yıllar önce kasabada yaşanmış faili meçhul bir cinayetin izini sürüyor ama işin ucu öyle yerlere değiyor ki sandığından çok daha derin yaraları kanatıyor. Tabii Elisa kadar annesi Saara’nın da sırları ve travmatik katmanları olduğu için, birbiriyle doğrudan bağlantılı bir trajedi üçgeninin ortasında buluyorlar kendilerini. Açıkçası Kadınların Öldüğü Yer romanı, Elisa’nın neden ve nasıl punk felsefesini her anlamda temsil eden Mila kılıfına bürünerek kelle avcısı olduğuna, daha doğrusu ne türden bir insanüstü olduğuna açıklık getiriyor. Ayrıca Saara’nın esrarengiz yapısını bozmadan roman sonuna bilhassa eklediğim zihin kopyalama aygıtı ve teknolojik savaş arabası, devam romanı Gelecekteki Geçmiş’in ana konusunu oluşturuyor. (Bir analiz bilmecesinin cevabı olarak eklemek gerekirse, Parçalanmış Yansımalar’ı yazmaya başladığım sırada, Veera ile Astrid’in negatif açılardan karakter yansımaları olsa nasıl olurdu diye düşünürken zihnime düştü Saara ile Elisa’nın profili. Veera’nın, Diğer Evrenin Senaristi’nde çocuk evlat edinmeyi daha doğru bulduğunu ve bu konudaki ısrarlarını inceleyebilirsiniz.)

 

Baştan sona bir anti-protagonist romanı olarak kurguladığım Gelecekteki Geçmiş ise, siberpunk kültürü ve felsefesini çok daha keskin hatlarla yansıtırken Antero ülkesinin sanal gölgelerine gizlenmiş hardcore suçlara dalıyor. Önceki eserlerden tanıdık isyancı altkültür ile totaliter rejimin burjuvasını karşı karşıya getirirken distopik evrenin sınırlarını iyice genişletiyor; çünkü bu seferki hikâye, adalet savaşçısı sayılıp bütünü punklardan oluşan kelle avcılarının müdahil olduğu olaylara odaklanıyor ve hatta devrimden yıllar önceki tekinsiz zamanlarda, 2030 yılında başlayıp yapay zekâlı savaş makinelerinden robotlara, beden politikalarından kuirfobiye kadar değiniyor. Gelgelelim bu seferki anlatıcı Mila olduğu için, Gelecekteki Geçmiş’in tümü bir anti-kahramanın pervasız bakış açısıyla aktarılıyor. “Göğe uzanan erkek tanrıların devasa heykelleri çevresinde dans eden hologram yayınları öyle gösterişliydi ki, sanal gölgeler şehrin her karesine yansırken, gerçek ile illüzyonu birbirinden ayırt etmek neredeyse imkânsızdı ve bunu izlemek, halüsinojen almaksızın kafa yapardı. O esnada hastalık saçan çamurlu bir yağmur yağmaktaydı; insanların ahengi, etrafa ışık saçan denizanalarından farksızken, yanımdan şemsiyeleri ile koşarak geçenlerin ve kaldırımda bekleyen seks işçilerinin ağızlarında şeffaf maskeler bulunmaktaydı. Ne de olsa 2030, havanın ve yağmurların en sakıncalı olduğu yıldı. Yere düşen damlalar o kadar zehirliydi ki, toprağı kızıla çevirip verimsizleştirir, tanımsız hastalıkları da insanlara yayardı. İklim dengesinin içine etmeyi başardığımız o zamanlarda, sağlık sigortası olmayan çoğu insanın hastaneye düşmekten korkması doğaldı.” (Gelecekteki Geçmiş, Sayfa 24-25)

Derken Mila, üst düzey bir devlet görevlisinden gelen iş teklifiyle kaçırılan bir bilim kadını ve son derece yüksek teknoloji bir buluşun peşine düşüyor. Nitekim bahsi geçen buluş iki taraf için de önemli; kopyalanmış insan beynini sistemine aktardıktan sonra, beynin sahibi için yeni bir beden yaratırken nanorobotik hücreleri mutasyonlu biyolojik hücrelere dönüştürerek posthüman yaratan, biyomekanik uyku kapsülü biçiminde bir makine. “Üç metrelik bu devasa makine; silindirik ve spiral biçimli olup, baş tarafından ayakucuna doğru uzayıp inceldiğinden uzun bir deniz kabuğuna benziyordu ve gümüşi gövdesinde pek çok kablo ile karmaşık bir kumanda ünitesi bulunuyordu.” (Gelecekteki Geçmiş, Sayfa 91)

Mila’nın, bu makine sayesinde annesini hayata döndürecek olması ve kurgunun dramatik yapısı bir yana, Gelecekteki Geçmiş’in alt metni, siberpunk çağın varacağı nokta hakkında gizli bir soru soruyor aslında. Tamamı nanorobotik hücrelerden oluşan bir posthüman olsaydık ve beyin dalgalarımız sayesinde bilgisayar sistemlerini ve makineleri yönetebilseydik nasıl olurdu? Elbette bu sorunun olası cevaplarını, serinin devamında işleyeceğim.

Bunların ötesinde ilk eserden itibaren başkahramanlarımın tümünün hem kadın hem de kuir bireylerden oluştuğunu özellikle belirtmeliyim ki aslında hepsi geleceğin azınlıklarını ve hak arayışlarını temsil ediyor.
 

Son olarak önce Sanat Okur Platformu, şimdi de Yerli Bilimkurgu Yükseliyor dergisinde her ay yayımlanan Veera’nın Seyahatnamesi adlı hikâye dizisine dönüp baktığımızda, Diğer Evrenin Senaristi protagonisti birinci Veera’nın yalnız başına çıktığı ütopya yolculuğuna odaklanıyoruz. Bu yolculuk solarpunk Netta’da gerçekleşip Diğer Evrenin Senaristi’inde iki bölüm arasında kaldığı ve romanda anlatılmadığı için sırlarla dolu. Nitekim Veera her şeyi mektuplar aracılığıyla Eeva’ya anlatır gibi ilk ağızdan okura sunuyor. Böylece hikâye dizisi ilerlerken diğer bütün eserlerdeki başkahramanlar ile yolları kesişiyor ve yoluna beklenmedik biri çıkıyor. Parçalanmış Yansımalar’daki evrim devrimi olup bittikten sonra, yazgı paradoksunun kendisine getirdiği boyutlar arası geçiş yapan zaman yolcularına rastlıyor ve anti-protagonist Mila’nın, Netta evrenine gelmesiyle beraber yoldaşı olduğunu satır satır anlatıyor. Nasıl ki Veera, gelecek zamanda onun evreni Antero’ya gidecekse, bu sefer Mila hem evrenler arası hem de zamanda geriye gidip Netta’ya geliyor ve bir anlamda gizli görevini gerçekleştiriyor: psikolojik bir çöküş yaşayan Veera’yı gelecekte -Diğer Evrendeki Kadın romanında- çıkacağı paralel evrendeki siberpunk distopya yolculuğuna içsel olarak hazırlamak. Şeyda Aydın

(İzmirCon 2024 etkinliğine daveti, desteği ve hediyeleri için Sevgili Hazal Akpınar'a sonsuz teşekkürler.)


 

bottom of page